30.12.09

29 aralık 2009

0 yorum
dedem öldü.

şimdi oturup onunla çok fazla vakit geçiremediğime mi sinirleneyim?

yoksa öncelikle kendime, neden böyle oturup adam gibi üzülüp, ağlamadığımı falan mı açıklamalıyım?

sevdiğiniz birilerinin ölümü çok garip bir zincir başlatıyor sanıyorsunuz. şimdi bi dedem öldü peki ya diğeri de ölürse? e ölecek tabi ben de öleceğim neticede. ama işte o zincirin garipliği de burdan kaynaklanıyor sanıyorum. sevdiğiniz birinin ölmesi size sevdiğiniz diğer insanların da öleceğini sert bir şekilde hatırlatıyor.

dedem öldü. onunla çok vakit geçiremedim. ama seviyordum dedemi sonuçta.

cennete falan gider mi bilmiyorum, öyle yukarlardan bizi gördüğünü falan da düşünmüyorum açıkcası. ama umarım huzura kavuşmuştur.

ruhun şâd olsun dede.

26.11.09

o balık ki..

2 yorum


trt'nin yaptığı evrim ile alakalı son haberi duymuşsunuzdur.

evrimi bitiren balık! (bkz: işte o balık!)

trt'nin iddasına göre zaten daha önce pek çok örnekle evrim teorisi'nin boş olduğu ispatlanmış. bu noktada trt'nin asıl amacından sapmış olmasına değinmeyeceğim.

önem sırasında serbest seçilim ile bir tık ileriye sıçrayan şu durum ziyadesiyle komik;

evrim çürütücüleri bu habere diğer kanalların yaptıklarından biraz daha önem veriyorlar gözlemlediğim kadarıyla (diğer kanallar, stv, evrimiçürütmeyevarmısın tv, vs.). "bakın bu haber trt'nin! trt yanılıyor olamaz ya!!!" gibi bir durum hortlamış. ki bu vahim durumu irdelemeye kalktığımız zaman yine trt'nin asıl amacı ve sapkınlığı üzerine konuşmak gerekecek. bu sebeple mevcut durum hakkında kısaca bilgi verip bu konudan sapıyorum.

türkiye'yi bir dönemdir meşgul eden magazinel safsatalara ne yazık ki artık trt'de meyletmeye başlamış. tabi burda ufak bir ayrım söz konusu. trt hala açık seçik bir şekilde insanların özel hayatlarına müdahale etmiyor vs. trt'nin magazin dünyasına hallenmesi durumu şu noktada ortaya çıkıyor;

bildiğiniz üzere magazin basını herhangi ünlü bir sima ile ilgili (ünlü sima!?) haber yaparken, o yaptığı haberin doğruluğuyla pek fazla ilgilenmez. kaldı ki seyyar pilav tezgahı kıvamında bu haberlerin çoğu dikkat ederseniz. "x xoğlu'nu disko çıkışında yakaladık!" gibi. seyyar bi habercilik yapıyorlar yani.

işte aynı şekilde trt'de evrim teorisi ile alakalı en ufak bir bilgiye sahip olmamasına rağmen bu tarz bir haberi neredeyse zafer kahkahaları atarak yayınlıyor. belki bu zafer kahkahası durumu biraz abartılı gelmiş olabilir ancak spiker ablanın gözlerinin içi gülüyordu haberi sunarken. ya da bilmiyorum hakkaten abartıyor da olabilirim. hoş abartıyor da olsam en azından mevcut durum ile alakalı doğru bilgi veriyor oluşum trt'ye örnek olmalı.

400 "milyon" yıldır evrilmemiş balık. (uyardığı için Mine 'ye teşekkürler)

şimdi bu haberi hazırlayan insanlara şunu sormak isterim. size 400 yıl boyunca aylık 5 milyar para versem. hatta bu parayı harcamanıza bile gerek yok her türlü yiyeceğinizi içeceğinizi, oturduğunuz yerde ihtiyaç duyabileceğiniz her türlü alet edevatı size - üzerine 5000 tl. vererek - sağlasam, yaşamınızı sürdürmek için herhangi bir işte çalışmanıza gerek kalır mıydı?

yanıtınız hayır ise hemen bir fon ayarlamaya çalışacağım bunun için sevgili trt çalışanları.

not: bu son derece ciddi habere karşılık aklıma gelen şey, bu balığın evrim sürecindeki yerinin rakı ile birlikte çok güzel gideceği hususunda herhangi bir önem arzetmediği oldu. sonuç olarak, yeni doğmuş hali 30 - 35 cm olan bu balığın gençlik halinde size en az bir küçük bitirtebilecek yeteneğe sahip olması bile, darwin'e duyduğum sevgiyi perçinliyor.

sağlığına içiyorum darwinciğim.

19.11.09

Format gereği..

0 yorum



format.. formatımız..

yemekteyiz isimli illetin şu sıralar zihinlerde yankılanan şıklıklarından bir tanesi.

- bak mesela sen şimdi bu tatlıyı şöyle şöyle de yapabilirdin
+ evet öyle yaptım zaten
- ha yani formatımız gereği verilen sürede bunu böyle yaptım diyosun..

(not: antakya'da mı neredeyse bu hafta bilemiyorum detayını ama epey bi tiksindirdi yarışmacılar. lan zaten bi yemek zamanı adam gibi tv izleyebiliyorum. onda da böyle şeyler yapmayın "a.k yayım")

herneyse demem o ki, televizyonalrınızı kapatın. zira format gereği cidden insanları aptallaştırıyor televizyoncu abiler. bir teyze izdivaç programını arayıp, 1-2 dakika önce "ayağını yıkar suyunu da içerim" dediği adamdan güzel birşey duyunca "yağdı yağmur çaktı şimşek, sen de mi şair oldun it oğlu it!" diyor mesela. diğer yanda dediğim gibi yemekteyizin seviyesiz formatı can sıkıyor epeydir, falan feşmekan.

bununla birlikte ana haber programlarını da seyretmeseniz olur gibime geliyor. zira onlar da, her ne kadar çok büyük anchorman'ler tarafından sunuluyor olsalar da habercilik ile alakalı bir arpa boyu yol gidemiyorlar. halihazırda içinde bulunduğumuz şu zamanlarda siyasi amcalarımız yeterince boş gündem yaratıyorlarken bir de üzerine bu haber programları tuz biber ekiyor. gerek yok, kapatın televizyonunuzu. film izleyin, dizi izleyin vs.

yeter ki şu deli saçması programları izlemeyin.

format gereği hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.
----

bu arada, ceyyar kermit kardeşimin son yazdığı yazı ile ilgili (ismin üzerine tıklarsanız ulaşırsınız yazıya pekala) cevap niteliğinde bir duygu patlaması yaşayacağım günler yakındır. beklemede olun.

1.11.09

till lindemann şaşırttı!

0 yorum

"chinaski talking" platfotmu olarak "ayda 1 kez magazin iyi gelir" hareketimize gün itibarı ile başlamış bulunuyoruz. öncelikle hayırlı ve de uğurlu olsun demek istiyor ve kasım ayının ilk magazin haberiyle, siz sevgili okuyucu kitlesinin aklını almaktan onur duyuyorum.

- chinaski


alman devi rammstein'ın yeni albümü Liebe Ist Für Alle Da nihayet çıktı. 11 adet şahane parçadan oluşan albümün bir de 5 şarkılık bir bonusu mevcut.

bu albümde ilk olarak christoph schineider'in diğer albümlere nazaran daha bir coşkun olduğunu görmek mümkün. bununla birlikte rosenrot'dan alınan güzel feed back'ler işe yaramış olmalı ki klavyelerin daha bir ön planda olduğunu görebiliyoruz.

till lindemann için ise söylenecek pek birşey olduğunu sanmıyorum zira kendisi "bückstabü" diye bağırarak herkesin ağzının payını veriyor zaten otomatik olarak.

yeni çıkan albümle birlikte metal müzik kulislerinde konuşulan bir başka konu ise "lindemann ve gossow"

son çıkan dedikodulara göre angela gossow bir dost meclisinde "eğer till isteseydi ona seve seve verirdim" şeklinde bir açıklama yaptı!

metal müzik camiası bu haberle çalkalanadursun, rammsteinfan.8m.com'un "orta ve doğu avrupa" kanadı, çıkan dedikodular karşısında hayli sinirli. orta ve doğu avrupa kanadı temsilcilerinden mönzen auschwerzer düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi;

"rammstein hiçbir zaman çıkardığı albümler sonrası bu tarz ucuz reklam olaylarına alet olmamıştır. bundan sonra da olamaz. bu tarz dedikoduları çıkaranlar rammstein'ı metal müzik camiasından silmek isteyen bazı dönek metalcilerdir ve biliyorsunuz ki döneklerin sözüne güvenilmez.. rammstein über alles!"

çıkan dedikoduların ardından gossow ve lindemann'dan henüz bir açıklama gelmese de, till lindemann hayranlarının kafasını karıştıran başka bir soru daha var;

"peki ya till lindemann'ın angela'dan istememesi?!!?!?!"



_____

chinaskitalking magazin servisi .

29.10.09

silentpain vs. chinaski

3 yorum


oyundan bir kare; slientpain gelen zarlara isyan ediyor. chinaski "ne yapim a.k" diyor.


tarih; 27 ekim 2009.

  • chinaski msn messenger vasıtasıyla silentpain'e sıkıldığını bildirir.
  • chinaski msn messenger vasıtasıyla sıkıntıdan mynet'e girip tavla bile oynayabileceğini hatta silentpain ile birlikte oynamak istediğini belirtir.
  • silentpain mynet hesabının olmadığını ancak play65 kurması şartıyla chinaski ile tavla oynayacağını beyan eder.

ve olaylar gelişir.

öncelikle play65 ile ilgili kısa bir bilgi vereyim.

play65 bilgisayarınıza kurmak kaydıyla size online olarak tavla oynama fırsatı veren küçük bir program. isterseniz gerçek para ile de bu oyunu oynayabiliyorsunuz. ancak bu konu ile ilgili detaylı bilgiye sahip olmadığımdan, gerçek parayla nasıl tavla oynandığı ile ilgili bir bilgi veremeyeceğim.

bilgisayarınıza bu programı kurmanızın ardından, kısa süren bir üyelik işlemi ile bir hesap açıp akabinde hemen tavla oynayabiliyorsunuz. giriş yaptıktan sonra istediğiniz odada ister kendiniz oyun başlatarak isterseniz başkasının başlattığı oyuna katılarak tavla ihtiyacınızı gideriyorsunuz.

buraya kadar teknik bilgiydi. şimdi bir hezimet hikayesi dinleyeceksiniz.

silentpain, play66 platformunda 1700+ puanlı bir oyuncu. yani birçok galibiyete sahip ve yüksek ihtimalle de bu puanı haketmiş.

ancak chinaski'nin play65 dünyasına girmesi ile birlikte silentpain için kabus dolu günler başlar. silentpain ve chinaski'nin ilk tavla müsabakası 5-0 chinaski galibiyeti ile sonuçlanır.

bu durumun ardından chinaski hakkı olan "taşak geçme, ezme, hava atma" gibi aktivitelerden sonuna kadar faydalanır. bu aktivitelere silentpain de gülümseyerek eşlik eder.

29 ekim 2009'in ilk saatlerinde bir karşılaşma daha gerçekleşir. chinaski bu sefer 5-2'lik net bir skorla galibiyete gitmesini bilmiştir.

oyundan bir kare; silenpain ikinci yenilginin ardından yaşadığı hüsranı dışa vuruyor, hır çıkarıyor.

ancak bu seferki oyunda, silentpain'in acemice yaptığı hamleler, mars edecek konumdayken oyunu kıl payı kazanması ve chinaski'nin attığı zarlardan sonra ağlaması gibi hareketleri chinaski'yi çok şaşırtmıştır..

1700+ puanı ile play65'de fenomen olmaya aday olan bir silentpain varken, chinaski "nasıl olurda böylesine puanlı bir insan bu kadar cahilce oynar bu oyunu?" diye kendisine sormuştur. dikkatli düşünüldüğünde gerçekten 1700+ puanın azımsanamayacak bir puan olduğu ve bu puana sahip bir tavla oyuncusunun (a.k.a bg. ply.*) esasında tavladan bu denli anlamaması garip gelecektir.

son karşılaşmanın ardından, chinaski bir yandan bu durumları kendi içinde sorgularken bir yandan da silentpain'e "biraz kendini geliştirirsen inanıyorum ki sen de iyi bir tavlacı olacaksın" gibi nasihatler eder.

ve kendi kendine tekrarlar.. "silentpain tavlayı öğrenene kadar tavla oyanamayacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin içerim!"

tabi bu yemini içerken bir ayağı havadadır ve haliyle yemin geçersiz sayılacaktır.

ancak silentpain bunu hiçbir zaman öğrenemeyecek.

Not: silentpain hala hayata umutla bakıyor. bunu anlamak için 29 ekim 2009/03:27 tarihli iletisine bir göz atmakta fayda var.. "Yesterday don't mean shit"

Evet dostum.. Evet!!!!

edit: imla.

sıpeşıl tenks: göstermiş olduğu ilgi ve verdiği destek için ceyyar kermit'e sonsuz teşekkürler.
_______________________________________________
*bg. ply.: backgammon player

25.10.09

bu film henüz sınıflandırılmamıştır

0 yorum
pek sevimli, pek cici film endüstrimiz, hollywood'umuzun son birkaç yıldır ısrarla güttüğü bir pazarlama stratejisi. burada "pazarlama"nın kasten kullanıldığını belirtmeme sanırım gerek yoktur. zira hollywood, sinemanın büyük ölçüde yatırım olarak algılandığı bir mecra.

bu film henüz sınıflandırılmamıştır.

başına geleceklerden habersiz, masum seyirci bu cümleyi ilk gördüğünde cidden heyecanlanıyor. büyük bir beklenti içerisine giriyor, ve söz konusu "sınıflandırılmamış" filmi büyük bir merak ile bekliyor.

buraya kadar herşey çok normal çünkü hala filmin başarılı olma ihtimali var.

zaman geçiyor ve film vizyona giriyor. filmin sınıflandırılmamış/sınıflandırılamamış olmasının
verdiği gazı boşaltmak için hedef kitle sinemaya gidiyor. ve bu kitlenin büyük bir kısmı film çıkışında "2 saat boşa gitti." ve buna benzer yorumlar yapıyor. peki bu durum hollywood'u ne kadar etkiliyor? hiç. zira film için önemli olan sinemasal başarıdan çok ticari başarıdır.

son dönemde sınıflandırılmayan filmler arasında 2012 dikkat çekiyor. roland emmerich'in pek yakında vizyona girecek yeni filmi. fragmanı itibarı ile etkileyici fakat bu abi'nin bir önceki çalışmasına göz atmakta fayda var.

the day after tomorrow; 2004 yapımı bu film BAFTA film awards'dan "en iyi görsel efekt" ödülünü kapmış, büyük ölçüde de haketmişti. imdb'ci 80,894 kardeşimiz ise totalde bu filme 6.3 gibi bir not vermiş.

yine imdb'ye baktığımızda bu filmin "action | adventure | sci-fi | thriller" şeklinde etiketlendiğini görebiliyoruz.

şimdi mühim olan konumuz ise şu, bu iki film arasında birkaç ufak detay dışında bi farklılık görülebiliyor mu? 2004'teki küresel ısınma konsepti 2012'de yerini maya takvimine bırakıyor. iyi de yapıyor zira sene itibarı ile insanlığın büyük bir bölümü bu "2012, marduk, maya takvimi" olaylarına kafayı takmış durumda.

ancak yine aynı dünyanın sonu konseptiyle karşımıza çıkan roland hemmerich'in yeni filmini sınıflandıramayan bir zihniyet var ortada. "nasıl yani?" dedim fragmanı ilk gördüğümde. bu film nasıl sınıflandırılmamış veya sınıflandırılamamış olabilir? the day after tomorrow'un aynısı değil mi abi bu?

aynen öyle.

sinemayı hemen hemen tüm sanatsal özelliklerinden arındırıp, tertemiz bir yatırım alanı yaratan hollywood, anlaşıldığı kadarıyla yaratıcı bir ticari zekaya sahip değil ne yazık ki.

tabi buradan kalkıpta "sınfılandırılmamış filmlere gitmeyin, internetten iner nasıl olsa, torrent var, warez-bb var" gibi çığırtkanlıklar yapamayacağız. sonuç olarak gözümüze gözümüze giren "zevkler ve renkler tartışılmaz" durumu, bu tarz filmler için de mevcut.

2012 Türkiye'de 13 Kasım'da vizyona girecek. film ile ilgili şimdiden yapılan bu kadar cinlik üzerine, hollywood'dan filmi tüm dünyada 12 aralık'ta vizona sokmasını beklerdim açıkcası. en azından daha etkili olurdu. hele ki "2012 - dünyanın sonu" durumunu kanıtlayabilmek için sayı toplayan bünyeler için.. aman diyeyim.

2+0+1+2 = 5.. gel de tırsma şimdi.

not: filmi izledikten sonra detaylıca bir inceleme yazısı da yazacağımdır. (bittin oğlum roland, bittin sen!)


24.10.09

mind distortion system

0 yorum

bazen ansızın bir kıvılcım, bir pırıltı bekliyorum. hani öyle bir an gelsin ki ben pat diye çözeyim dünyayı, şunu bunu. sabırsızlığıma yoruyorum tabi böyle durumları ama,

ben öyle sabırsız biri değilimdir özümde.

bazen bir "iç sesim" olsaydı diyorum. sıkıştığımda içerden versin talimatı "haklısın" diyeyim, harfiyen yapayım vs.. bu tip bir durumu da genellikle neye yoracağımı bilemiyorum.

ancak genelde böyle sapık kararsızlıklarım da olmuyor tabi ki.

bazen, "koy götüne" diyesim geliyor. diyorum da.

çok da güzel oluyor. merak etmiyorum.

zira bir gün bir bakmışım çözmüşüm dünyayı. iç sese falan gerek kalmamış (halihazır da dışardan pek çok ses yardımcı oluyor, sağolsun hepsi.) hatta bir gün, belki de gerçekten...

koyarım götüne.

hiç beli olmaz.

19.10.09

chinaski

4 yorum

chinaski artık sadece buradan konuşabilecek.

gözyaşları sel oldu aktı.

dün gece itibarı ile itü sözlük'te chinaski diye bir yazar aslında yok.

iyi yazardı. ne olduğunu anlamadık.

yazık oldu.

moderasyonun harcadığı bir yazar daha..

(bkz. asşkdjşaskdjasşjd)

12.10.09

hallelujah hristiyanların allahü ekberi'dir.

0 yorum

ve bu tespiti yapmak da bana kısmetmiş. (yer: bostancı tren istasyonu / tahminen 17.55)

25.8.09

Sultanahmet'ten Canlı

2 yorum
Malumunuz Ramazan ayı içerisindeyiz. Bu konularda pek derin bir bilgilm olmamasına karşın, en azından yemek saatlerinde televizyon seyredebilen bir insan olduğumdan dolayı bu yazıyı yazma kararı almış bulunuyorum.

Kimsenin orucuyla, namazıyla, şusuyla, busuyla bir derdim olmadığı için, Ramazan ile ilgili beni rahatsız eden en mühim noktaya parmak basacağım (basacaaaam!).

Bildiğiniz üzere Türkiye'de magazin basını biraz hastalıklı bir hal aldı son 3-5 sene içerisinde. o eski televole tadını yakalayabilen var mıdır bilmiyorum ancak varsa da çok azdır eminim. İşte bahsetmiş olduğum bu hastalıklı magazin anlayışı, nüfusunun yüzde bilmemkaçı müslüman olan bir ülke de büyük önem arzeden Ramazan ayını da sulandırmaktan geri kalmıyor. Ve hatta bunu Ana Haber Bülteni diye nitelendirdikleri programlarda yapıyorlar.

Sultanahmet'ten Canlı! İyi de niye?

İnsanların yaptığı ibadetten bile nemalanmaya mı çalışıyorsunuz yoksa hakkaten insanlara ramazan ayının kutsallığını vesairesini mi anlatmak niyetiniz? ikincisi biraz eğreti durdu gibi değil mi?

aynen öyle.

Zira içinde bulunduğumuz şu mübarek ayda insanlar Kanal D haber ekranlarında oruçlarını açarken birtakım çakallar ellerinde telefon sevdikleriyle konuşurken kameraya abuk bir sırıtışla el sallıyorlar arkadan arkadan. Biri çocuğunu getiriyor mesela, spiker çocuğu kucağına alıyor ansızın ve "Evet bir bebek var ne bu bebek??" diye soruyor. Annesi de durur mu? yapıştırıyor cevabı "Osman bebek!" isim aklımda kalmadı random seçtim osman'ı. (burada değinmek istediğim ayrı bir konu da "x bebek" tir ancak şimdi sırası değil). Osman bebek'in ananesi Gaziantep'te imiş ve o yüzden orda bulunuyormuş. Büyükannesi görsün diye yani. Osman bebeğin annesinin Sultanahmet macerası bugünlük buydu. İftar, oruç, Ramazan vesaire pek umurunda değil gibiydi.

Herneyse fazla uzatmak istemiyorum. Kişisel ricam, madem o programları Ana Haber Bülteni olarak nitelendiriyorsunuz o zaman lütfen sadece haber yapın. İnsanların kutsal saydığı ya da saymadığı ne kadar şey varsa onları türlü magazinel kılıfa uydurup gözümüze gözümüze sokmayın. İşinizi yapın.

Bir değişik ramazan klişesi de ezan okuyan sanatçılardır bu arada değil mi? Bu furyaya Müslüm Baba'da dahil oldu sonunda. Nicedir bekliyordum böyle bir olayı, kısmet bugüneymiş.

Hoşgeldin Ya Şehr-i Ramazan.

19.8.09

çünkü!

0 yorum

aşk güzel şey arkadaş. eğlenceli bir kere. sevdicekle yan yana olunca misal normal zamanlarınız da gülmeyeceğiniz, bırakın gülmeyi dinlemeyeceğiniz şeylerle bile ilgileniyorsunuz, (onlara) gülüyorsunuz (kutsal kitap tadı da bambaşkaymış). vesaire..

ama bazı günler...

sevdicek soruyor ; aşkım beni neden seviyorsun??

şimdi ne diyebilirsin ki buna ?

kimi genç buna oturup ciddi ciddi cevap vermeye kalkıyor. ha buna güzel, romantik bir cevap vermek kabahat midir?? tabi ki de hayır. benim için mesela bu soruya verilebilecek güzel, romantik, dokunaklı cevaplar tamamen yetenek meselesi. insanın içinde olacak falan fişman.

ama şöyle de bir durum var;

bu tip bir soru öyle sevgili kişinin (anladığınız üzere başından beri sevgili olarak bahsedilen, heteroseksüel bir erkeğin sevgilisidir) zart diye sorduğu kadar basit bir soru değildir. ayrıca zart diye verilecek bir cevabı da yoktur. ancak sevgili bunu pek anlamak istemez. zira kadınlar erkeklere oranla her zaman daha romantik olmuştur.

bu sebepten eğer ki çok şartsa cevap vermek şunu tercih ederim (henüz denemedim ki denersem muhtemelen ağır fırça yerim.. yooo dostum kılıbık değilim sadece aşığım.. yoo..) ; hayatım seni seviyorum çünkü karadeniz'de dağlar kıyıya paralel uzanıyor.

açıkcası bu, sadece benim için değil ortalama bir sevgili için de çok afedersiniz göt isteyen bir cevap. ama realite. öyle soruya ancak böyle bir cevap uygun olur. (tabi ki eğer sevgiliniz sizden bu konulu bir kompozisyon yazmanızı istemediyse)

uzun lafın kısası, bu tarz ufak durumlar ilişkiniz adına olumsuz birşey değil kesinlikle. ama tuzu biberi de değil.

aşkım beni neden seviyorsun???

çünkü..

16.8.09

in a relationship with premenstrual syndrome a.k.a. pms

0 yorum
"all database systems have some weak points. that is, they have different design compromises that lead to different behavior."

bakın konumuz kesinlikle "en azından birşeyler yapmaya çalıştım"dan ibaret değildir. zira eğer hiçbirşey yapamamışsan denemiş olmanın pek bir faydasını görmemişsin demektir.

iletişim

her ne kadar 20 ve 21. yüzyılları görmüş bir nesil olmaktan gurur duyuyor olsam da kabul edelim, insanoğlunun iletişim yeteneğine en büyük darbe bu yüzyıllarda geldi. nostradamus kafası yaşıyor değilim kesinlikle ama internetin kazanmış olduğu bu ivmenin pek hayra alamet olduğunu düşünmüyorum (23 ekim 2021'de çok kötü bişey olacağını da eklemek isterim ama).

velhasıl bu yüzyıllarda yağız delikanlılarımızın, al yanaklı hanım kızlarımızın lügatlarına "boşver" "neyse tamam kapatalım konuyu" gibi kalıplar yerleşti. hala söylediğimin arkasındayım. anlaşamıyoruz. herşey hızla kestirilip atılıyor (kestirip atılıyor.. kestr..). herşey ama. ve bir müddet sonra, kestirip atma olayının kısa süre için birkaç sorunu halledebildiğini gördükçe, soru sorma yetinizi de kaybetmiş oluyorsunuz.

işin acı tarafı ise birine "aramızdaki iletişim bozukluğunun sebebi ben değilim" şeklinde kinayeli bir bok atamıyor olmanız. tabi bu zaman içinde erişilebilen bir mertebedir.

gerilim

öyle bir zaman gelecek ki, bugün "birşeylere bağlı olmak çok kötü abi yea" şeklindeki haykırışlarımız, bir nevi fight club kafamız silinip gidecek. zira tonlarca şeye bağımlı hale geleceğiz. bunlardan en önemlisi de gerilim.

insan ilişkilerinde büyük bir önemi olacağını düşündüğüm bir hadise bu. "abi niye bu kadar sakin davranıyorsun bana? iyi misin??" gibi bir laf duyarsanız şaşırmayın.. sakin olun, 10'dan geriye sayın ve bal porsuğunu düşünün. (enteresan bir hayvandır ama şu an konumuz değil).

son olarak;

bir şekilde aşk denilen hadisenin sürekliliğinden bahsedebiliyoruz bugün. kimisi mükemmel sonuçlanıyor, kimisi mükemmel gidiyor ama kötü sonuçlanıyor, kimisi mükemmel gidiyor ancak mecburiyetler sonlanmasını gerektiriyor. ama bitmiyor.

bakınız dostlarım demek istediğim çok açık. bitecek olması, bitmiş olması vs. bir anlam ifade etmiyor ve şanslısınız ki bitirmek zorunda da değilsiniz hiçbir şekilde. kabul ediyorum bazı zamanlar ilişkinizin gidişatı tamamen mantık dışı bir hal alıyor olabilir. bu manevra kabiliyetinize göre uzun veya kısa bir dönemde gerçekleşir ve sizi temin ederim zaman içerisinde bu konuda bir jedi kadar kuvvetli reflexlere sahip olacaksınız (refleks???).

yarın, günümün büyük bir kısmını kendi ilişkimi rayına oturtmak için birkaç ufak çabam olacak.

ha bu arada, eğer ki bir ilişki içerisindeyseniz ve kız arkadaşınız muayyen günlerinde ise, kız arkadaşınızın bedenen çektiği acıları, sıkıntılarını, depresyonunu bir şekilde siz de çekiyorsunuz. bazıları bunu sevdicek ile tek vücut olmak, voltron oluşturmak olarak tanımlayabiliyor olsa da bu, benim için evrim teorisine inanmam gerektiğinin kanıtıdır.

başta da dediğimiz gibi;

"all database systems have some weak points. that is, they have different design compromises that lead to different behavior."

15.8.09

Santur

0 yorum

9.7.09

attention please!

0 yorum

bu blog sevgilime alenen yaptığım ikinci yağcılığa şahit oluyor sanırım. problem değil. açıkcası bu bir yağcılık da değil.

sevgilim..

metallica'nın 1989'daki unutulmaz seattle konserini bilirsin değil mi?

james'in o pürüzsüz sesi, jason, kirk.. (lars -!-)

biliyor musun artık james şarkı söylerken epeyce detone oluyor.

ve biliyor musun ben de ilişkimiz detone olana kadar seninle beraber olmak istiyorum.

planı da saat gibi kurdum. ilişki detone olursa şu an james hetfield vak'asında olduğu gibi birbirimizi yadırgamayacağız, horgörmeyeceğiz. (bu kelimeleri yüksek ihtimalle uykudan uyandığım için seçtim bir dahaki okuyuşumda düzelteceğim). yani ne olacak? birbirimizi sevmeye devam edeceğiz.

herşeyi düşündüm.

seni seviyorum.

not: biterken "metallica - one (live in seattle '89)" çalıyor idi. (tabi kulaklık var idi. yoksa annem beni oyar idi.)

4.6.09

seni seviyorum! (?)

0 yorum
not: bu yazı için henüz bir başlık bulamadım. umuyorum ki yazının sonunda aradığım mükemmel başlığa kavuşacağım.

02.26

bir erkeğin her zaman heteroseksüel başka bir erkeğe ihtiyacı vardır. çünkü bir erkek hiçbir zaman başka bir erkeğe (heteroseksüel!) anlatabileceklerini bir kıza anlatmayı tercih etmez.

az önce farkettim ki "kanka" müessesesine büyük bir saygı besliyorum. çünkü bazen x-men izlediğimde (1. film) wolverine ve derbeder (çeviri...) hakkında "onlar aşık olamaz oğlum wolverine onun abisi" şeklinde bir yorum duymak istiyorum (son sahne; "yine mi kaçıyorsun?").

çünkü insanların bu tarz şeyler için yaşadığını farkettim.

tabi ki sevgilisini düşünmediği zamanları kastediyorum.

not: başlığı buldum.

11.4.09

toplumsal bilinç: "bi el atıver!"

2 yorum

insanlar içten içe mensubu oldukları toplumlara yön vermek isterler. sebebini anlayamadığım bir şekilde her insanda bu görev bilinci oturmuştur. imkanlar dahilinde bu görevi başarıyla icra edenler olduğu gibi, hiçbir halta yaramayan ve hala inatla "bir gün olacak eminim" diyebilen de pek çok insan vardır.

her toplumun belli başlı karakteristik özellikleri vardır. ingilizler mesela soğuktur, ispanyollar eğlenceli insanlardır, vs. küçük çaplı gözlemler neticesinde bu ve buna benzer çıkarımlar elde edilebilir. işte bizim de birer neferi olduğumuz türk toplumununda buna benzer bir ton karakteristik özelliği mevcuttur.

bunlardan belki de en enteresanı bozulan arabayı iterek çalıştıran yurdum insanıdır. kimileri buna "türk toplumu yardımseverdir!" şeklinde yaklaşacaktır. ancak iyi niyetli her insan başkalarına yardım etmeyi sever. ben bunun karakteristik bir özellik olduğunu düşünmüyorum. bu sebepten de arıza yapan arabayı iterek çalıştırmanın insanımıza hastalıklı bir biçimde haz verdiğini düşünüyorum.

bu işlemi gönüllü olarak gerçekleştiren her bireyin kendine göre farklı nedenleri olabilir. bu sebepten insanlar neden araba iter gibi saçma bir uğraş içerisine girmeyeceğim. benim ilgilendiğim bu durumun artık toplumsal bir bilinç haline dönüşmüş olmasıdır.

ülkenin hangi yerine giderseniz gidin, arabanız bozulduğunda muhakkak "bir el atan" bulacaksınız. bulunduğunuz ortamın yerlisi olacak bu arkadaşın yakın çevresi de saniye sektirmeden bu olaya dahil olacaktır. (resimde de görüldüğü üzere bu işlemi gerçekleştirirken hepsinin yüzünde ayrı bir gülümseme olduğunu göreceksiniz).

yanlış hatırlamıyorsam bir deterjan reklamında da bu konuya değinilmişti. arabayı iten bi grup erkek (üzerlerinde de ne hikmetse bembeyaz kıyafetler ile) çamura saplanmış bir arabayı iterek kurtarmaya çalışırken, ansızın araba kurtuluyor adamların üstü başı çamur içinde kalıyor ve buna rağmen gülücükler, "ne iyi insansınız/insanız" edaları ile el sıkışıyorlardı falan filan.

sadece bu reklam bile durumun artık kollektif bir bilinç haline geldiğini göstermektedir. bu artık gelenek - görenek boyutunda insanların zihinlerine yerleşmiş bir olgu haline gelmiştir.


işin en enteresan taraflarından bir diğeri de bu işlemin olumlu bir sonuç vermediği durumlardır. böyle durumlarda insanlar bildiğiniz telaş yaparlar "abi niye olmuyo motorda mı bi problem var acaba?" gibi. sonra ekstra insanlar aranır, çağırılır. ve ne hikmetse bu tip durumlarda kimsenin aklına servisi aramak falan da gelmez. bildiğim kadarıyla gelişkin toplumlarda (aslında gelişmiş/az gelişmiş olarak ayrım yapmamak gerek) bu tarz durumlarda araba kurtarma servisleri hemen aranır ve olaydan anında kurtulabilirsiniz.

bu işlevin türkiye de gerçekleşememesinin sebebi de sanırım hizmet sektörünün tam anlamıyla verimli bir şekilde çalışamıyor olmasıdır. mesela arabanız bozulmuştur ve siz servisi ararsınız. servis sizi 3-4 saat bekletebilir. türkiye'de "anında müdahale" anlayışı gelişmediği, tepki olarak insanlar böyle bir bilinç geliştirmiş olabilir. bu durumun sebebi buysa şaşırmam açıkcası.

bütün zorluklara rağmen araç içerisinde bulunduğu zorlu durumdan kurtarılırsa eğer, o an itibarı ile insanların yüzündeki zafer ifadesi ve toplumun bilinçli ve faydalı bir üyesi olmanın verdiği hazzı iliklerinize kadar yaşayabilirsiniz.

ne olursa olsun bu kötü birşey değildir. vurgulamak istediğim durumun barındırdığı mizahtır.

not: yazacak birşeyler arıyorken bu fikri veren sevgili dostum barış'a (mistir loba loba) ve iyi niyetli türk insanına teşekkür ederim.

yazı bittiğinde "deep purple - lay down, stay down" çalıyor idi.

8.4.09

slumdog millionaire - bilginin evrimi

2 yorum
Danny Boyle'un 8 oscarlı son filmi. istatistiki bilgi olarak hemen imdb puanını da iliştirelim; 8,6 (an itibarı ile)

Bazı çevrelerde epeyce tartışıldı filmin oscar başarısı. benim şahsi fikrim de esasında en iyi filmi almaması gerektiğidir. tabi ki bu filmi beğenmediğim anlamına gelmiyor.

Slumdog Millionaire' in çok farklı şekillerde yorumlandığına şahit olmuşsunuzdur. mükemmel bir aşk filmi diyenler oldu ya da ne bileyim sosyal içerikli bir film diyenler de oldu. bu çokyönlülük bazı kesimleri ciddi anlamda rahatsız ediyor olsa da esasında hikayenin başarısının açık bir kanıtıdır.

Bana kalırsa bu filmin aşk filmi olmak ile uzaktan yakından bir bağlantısı yoktur. Bu basit bir algı meselesidir. çok romantik biriyseniz filmin geneli boyunca en etkilendiğiniz sahne şüphesiz son sahne olacaktır örnek vermek gerekirse. ancak benim açımdan şöyle bir durum mevcut; bir filmin içerisinde "yemek" olması o filmin gastronomi ile alakalı olduğunu göstermez. böyle pek çok film mevcut. Gora mesela; kim çıkıp "gora aşk filmidir oğlum!!" diyebilir ki?

Milyoner'de aynen bu şekilde aşk üzerine oturtulmuş bir filmidir. ancak amacı kesinlikle "AŞK" değildir. Bu durumda etkili unsur sanatın subjektifliğidir tabi ki.

Bugün, slumdog millionaire'in esasında "tüketim toplumu"na çok sağlam bir eleştiri olabileceğini düşündüm. ilk bakışta komik gelebilir tabi ki. bu durumu şöyle açıklayabiliriz;

bugün, bilginin önemsizleşmesinin en büyük nedeni olarak şüphesiz internet gösterilmektedir. evet öyledir. içinde bulunduğunuz an itibarı ile herhangi bir şekilde işinize yaramayacak bir bilgiye bile ulaşmanız en fazla 10 dakikanızı alıyor. sizin de bunu biliyor olmanız, yani en basit tabirle "abi internetten bakıver" kafası, bu bilginin değerini düşürüyor.

bu filmi izleyip de benim gibi düşünen insanlar ilk etapta biraz sersemlediler diye düşünüyorum ve sonrasında şöyle birşey oldu; empati!!! evet tam olarak bu. yani ben düşündüm açıkcası böyle bir yokluğun sefaletin içinde yaşasaydım eğer ne yapardım diye. böyle bir durumda insan elde ettiği en değersiz bilgiyi bile saklama ihtiyacı hissediyor tahminimce. ve tabi ki yukarıda bahsettiğim bu "hazır yeme" mantığı da bir müddet sonra ilişkilendirme yetinizi de saçmalatıyor (zamanla yok oluyor tabi ki bu).

21.yüzyıldayız ve tam bir bilgi çöplüğünde yaşıyoruz. tek eksiğimiz elimizi uzattığımız her an elimize çarpan herhangi bir bilginin ne anlama geldiğini çözemiyor olmamız. bu farklı bir bilinç durumudur. sürü psikolojisi dediğiniz şey de az çok böyledir aslında. hani uçurumun ne olduğu bilgisine sahipsiniz, yükekliğin ne olduğu bilgisine sahipsiniz ancak bu kadar yüksekten atlayınca ne olacağını bilmiyorsunuz.

mühim olan bilgi akışını sağlamaktır.

bir sonraki dersimizde fiziki bilgi ve estetik bilgi arasın.. pardon yanlış oldu.

velhasıl; slumdog millionaire bu tarafıyla bir fight club olamaz belki ama, içerisinde bulunduğunuz derin uykudan sizi uyandırmaya yardımcı olabilir.

7.4.09

sizi öldürmeyen şey.. keşke öldürseydi.

1 yorum
"ne demiş şair..."

ne demiş?

çağın gıcır gıcır hastalıklarından bir diğeri de budur bence. çok kasılırsa "aforizmal siksikasyon" şeklinde tıbbi bir açılım da getirilebilir.

entelektüellik hadisesi çok yanlış yorumlanıyor toplumumuzda malesef. hemen belirtmek isterim ki, bilgiye aç olup alakalı alakasız tonlarca kitap okuyan, öğrenmek isteyen, öğrendiğini anlatmak isteyen ile bi problemim yok. hepsinin samimiyetine inanıyorum. derdim bunu bir etki unsuru olarak kullanan civanlarla.

bugünün etkili iletişim aracı nedir? msn'dir. eskiden irc vardı. mirc'in (yazıldığı gibi okunur) bir dönem gençliğinin psikolojik gelişimine de çok sağlam darbeler indirdiği gözlemlenebilir. şöyle diyaloglara şahit olmuşsunuzdur;

- merhaba assian16f
- merhaba barzo^m
- asl?
.
.
.
- neler yaparsın? hobilerin neler?
- felsefeyle ilgileniyorum, en sevdiğim filozof nietzsche'dir.
- hadi ya ben de çok severim. bir lafı vardı mesela neydi o...
- "allah öldü" mü?? benim de en sevdiğim sözü bu adamın. çok haklı yaa..

vesaire..

yukarıdaki diyalog bu örneklerin en basite indirgenmiş olanı ama malesef internet cafelerde mikrfonlu kulaklıklarla zaman harcayan ve böyle bir kafaya sahip milyonlarca insan var.

dediğim gibi bunların bir üst versiyonu da, artık daha bir toplum içine çıkmış, belli bir çevre sahibi, sosyal ancak zekasız insandır. taksim'de, kızılay'da ya da alsancak'da ya da herhangi bir merkez işlevi gören yerde rastlamak mümkündür. sırt çantasına baktığınızda muhakkak birkaç sergi broşürü, sahaftan alınmış birkaç eski kitap görürsünüz. oturup sohbet etmeye başladığınızda ise "koleksiyon yapıyo heralde" şeklinde bir düşünce oluşmaya başlar kafanızda.

insanoğlu bugünkü haline evrildiği ilk günden beri ilgiye muhtaçtır. kendinden bahsedilsin ister. övülmek ister ya da ne bileyim bir şekilde bulunduğu ortamı etkisi altına almak gibi bir çabası vardır. fikrimce bu tür davranışların temelinde yalnızlık korkusu yatmakta. düşünün bir kere 4 kişilik bir grubun içindesiniz ve diğer 3 kişi kendi arasında muhabbet ediyor, dahil olamıyorsunuz, müdahale edemiyosunuz, yalnızsınız. kabus gibi birşey. bu durumdan çabucak sıyrılmak istersiniz haliyle. ve biraz da çekingenlik yaratır tabi ki. adaptasyon süreci uzar.

tek faydası gözlem yeteneği kazandırmaktır böyle bir hadisenin.

çoğu zaman, çok fazla okumakta birşey kazandırmaz, bu açıktır. okuduğunuz ya da dinlediğiniz şeylerden ne kadarını anladığınız önemlidir. ancak bu çaba günün şartlarında boş bir çabadır. çünkü, bugün istediğiniz birşeye ulaşmak için zorluk çekmezsiniz. herşey elinizin altındadır. ve bunun sağladığı rahatlık insanın anlama yetisine vurulmuş çok büyük bir darbedir.

etrafınıza baktığınızda milyonlarca filozof, milyonlarca ekonomist, milyonlarca siyaset bilimci, milyonlarca diyetisyen, milyonlarca psikolog görmeniz de bu durumun eseridir. kulaktan dolma bilgiye hiç çaba sarfetmeden ulaşabilen bir insanın gerçekten birşeyler öğrenmek için çaba göstermesini bekleyemezsiniz. ve böyle bir toplumdan elde edeceğiniz en iyi sonuç esra ceyhan'dır.

"hıhım.. evet.. çok doğru.." vereceğiniz tepkiler sınırlıdır. düşünmeyi unutmuş bir beyin düşünün. her türlü yönlendirilmeye aç ve açık bir şekilde çöplüğe dönmüş bir beyin. evet, çok fazla bilgi vardır ancak bu bilgileri birbiri ile ilişkilendirme yeteneğini kaybetmiştir beyin.

ve artık kullanışsızsınızdır.

nietzsche'nin dediği gibi;

allah öldü. yaşasın seferoğulları!!!!

5.4.09

flashbacklerde saklı aşkımız

0 yorum

virüs bu. çok ciddiyim virüs.
hemen her romantik komedi filminde karşımıza çıkıyor hemde. fonda duygusal bir müzik, misal be like that, ve genellikle erkek uzaklara dalıp eski sevgilisini hatırlıyor. yatak odasının önünden geçerken mesela.. bakıyor, hatırlıyor, üzülüyor..
gençlik temalı filmlerde bu tip sahneler genellikle vefalı arkadaş tarafından sonlandırılıyor. teselli amaçlı birkaç söz, birkaç hareket falan.
herhalde bu sahnelerin en yaratıcı olanı herald and kumar escape from guantanamo bay de geçiyor. hani şu kumar'ın sevdiceğine "yatakta bir kişi daha olmasını ister misin?" şeklinde bi soru sorduğu ve akabinde yaptırdığı yastığın ortama ışık saçtığı sahne.. böylesine can kurban ama diğer türlü oldu mu mide bulandırıyor artık.
ve tabi bir de hayatını amerikan filmlerine göre yaşayan genç erkeker, genç hanımlar peydah oluyor ister istemez. olmasın. kınansın bunlar.
az önce mesela mükemmel bir sahne yaşadık arkadaşlarla. web cam ve winamp'a şükürler olsun.
son olarak; romantizm iyidir - beklenti muhakkak hayal kırıklığı yaratır - harold and kumar serisi şahanedir - aşkıaaam seni çok sevoyoaaa..

ayaklarda converse gönüllerde lenin!

0 yorum



22 kasım 1990.. kar yağıyor.


"bir an önce başlamalıyız" dedi ahmet. endişeliydi. işlerin yolunda gitmemesi ihtimali aslında hepimizi tedirgin etse de bundan en çok korkan ahmet idi. pimpirikli bir çocuktu ahmet. bıyıkları yeni terleyen bir delikanlıydı. tam bir görev adamıydı.


"başlarız ahmet" dedim umarsızca. tedirginliğimi ona hissettirmemek için uğraşıyordum. gözlerimde korkunun ufacık bir kırıntısını bile görmek yıkardı onu çünkü. korktuğumu, çekindiğimi görmemeliydi. görmedi de.

"iyi de zaman gittikçe azalıyor abi, nasıl bu kadar rahatsınız?" dedi ahmet tekrar. bi an sinirlendim ama çabuk geçti. dedim ya severdim ahmeti. bıyıkları yeni terliyordu o sıralar.


zaman sonra diğer arkadaşlar da sırayla gelmeye başladılar eve. ev dediğime de bakmayın, ataşehir de sıradan bir stüdyo daire. ama sıcaktı ortam. bizbizeydik ve yaklaşmakta olan devrimin heyecanı ile orası bize saray gibi geliyordu. herşey orada başlamıştı çünkü.

bizler heyecanlıydık.


ertesi gün..

karar alınmıştı. bugün başlayacaktı. ne olacaksa hemen şimdi olacaktı. tarihe öyle ya da böyle geçecektik.

bildiriler, pankartlar, kısaca herşey hazırdı artık. ve evden çıktı. taksime doğru emin adımlarla gidiyorduk. kadıköy'de ilk grupla buluştuk. taksime yürüyüşümüz daha bir coşkulanmıştı. sloganlar atılıyordu. mecidiyeköy'den ikinci grubu da almamızla birlikte coşku doruklardaydı artık, içimizde ki coşkunluğu durdurabilecek kimse yok gibi geliyordu.

ahmet'in bıyıkları terden sırılsıklamdı. ve artık taksim'e gelmiştik. istiklal hiç bu kadar büyük gözükmemişti gözüme. siviller etrafta dolaşıyordu ve biz korkmuyorduk. kolkola girip yürümeye başladık akm'nin önünden. her adımımızda sanki yer sallanıyordu. her adımımızda yüzümüzü yakan o soğuğun etkisi azalıyordu. her adımımızda softaların bacakları tir tir titriyordu beyoğlunda. hissediyorduk.

kızılkayalar'ın önüne geldiğmizde başladı herşey. ahmet bir an durdu. şöyle bir etrafına baktı önce. gözüm ondaydı. tedirginliği başımıza iş açacaktı bunu biliyordum. ataşehir'den çıktığımızdan beri çaktırmadan takip ediyordum gözlerimle onu. ve birden bağırmaya başladı.

"hayır, olamaz!! bu tam bir felaket" diye bağırıyor, bağırıyordu..

gittim yanına, "yoldaş" dedim "ne oldu??" mecidiyeköy grubunun lideri rüstem'in ayağında deri converse vardı, onu işaret etti. siyahtı converse, hoşuma da gitmişti (2007 senesinde aynısından bulup aldım). ama hoşuma gittiğini o an ahmete söylemedim. söylesem kıyamet kopardı. sezmiştim.

"yoldaş takılma bunlara dedim" hafif esprili bir şekilde. o takıldı. gözünden bir iki damla yaş geldi. siviller bize doğru geliyordu. ve ben, o an ahmet'in gözündeki endişeyi, korkuyu, unutulmuşluğu, boşverilmişliği, kenara köşeye itilmişliği gördüm..

converse ile olmazdı. halbu ki ne kadar da yakındı birbirine o yıldızlar..

adidas ile de olmadı

4.4.09

benim küçük kartanem..

0 yorum
"sen bu satırları okuduğunda ben çok uzaklara gitmiş olacağım.."

herkes kendi kafasına göre birilerini arar hep değil mi? ben de arıyordum. hava soğuktu. güneşliydi ama rüzgarlıydı, soğuktu yani. barlara girdim, içki verilmeyen cafelere girdim, bilardo salonlarına baktım, girip çıkmadığım yer kalmadı gibi.

bulamadım.

3 gün geçti, 3 koca gün.

tekrar çıktım dışarı. insanlara baktım, yüzlerine, yürüyüşlerine. konuşmalarını dinledim, olmadı. bulamadım. neredeyse çıldıracaktım, ramak kalmıştı yani. bir banka oturdum sakinleşeyim diye. bi de gazete aldım, dikkati bi yerlere vereyim de kafam dağılsın diye. dağıldı da. sonra o oturdu yanıma. bi müddet konuşmadı. sonra;

"gülüşünde pis bi çaresizlik var" dedi.

"gülmedim ben?" dedim, soran gözlerle baktım ve ekledim "o laf tam olarak öyle değil ayrıca."

tyler durden'e özenen milyonlarca gençten biri sandım önce. notumu vermiştim. dedim biraz irdeleyeyim. sürrealist bir noktada ele alayım bu genci.

"tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa demir mi daha ağırdır?" diye sordum ve farketim ki sürrealizm ile aram pek iyi değil. onun da değilmiş ki anlamadı beni.

"abi bu çok bomba bi soru oldu bi saniye.." dedi. boşluğa baktı. anlamaya çalışıyordu ki bu çabanın boş olduğunu, sorunun ziyadesiyle boş olduğunu farkedememişti.

"git" dedim. "git yanımdan yoksa allah yarattı demem yararım seni" dedim. karşı koyacak gibi oldu sonra tekrar boşluğa baktı düşündü ne yapsam diye, gördüm.

sonra gitti.

taksim'deki tünel avrupa'nın ilk metrosu imiş. hani metro demek ne kadar doğrudur bilmem ama yer altında takıldığı için metro diye geçmiş işte. o dönemde de şeyhülislam takılıyor tabi, adamların gücü var, her yere kolu uzanıyor falan. fetva çıkarmış, demiş ki; "insan ölmeden yer altına giremez!." o an itibarı ile tüneli sadece hayvanlar falan kullanmaya başlamış. ayrıcalığa gel.

şu genç. elimde olsa canlı canlı sokarım yerin altına.

mucit bu!

0 yorum
kim olduğunuzu ya da ne olduğunuzu merak ettiğiniz zamanlar olmuştur. 

karşınıza çıkan, önünüze gelen herşeyi tanımlamak için günlerinizi hatta gecelerinizi harcamışsınızdır.

anlam arıyorsunuzdur. herhangi birşey için küçücük bir anlam.

ve sıradan bir günün sıradan bir saatinde,

almış olduğunuz oyuncak filin,

birini mutlu ettiğini öğrendiğiniz zaman..

diyeti bir kenara bırakıp kahvenize fazladan bir şeker atmanın

insanı ne kadar mutlu ettiğini keşvedebilirsiniz.

chi..

23.3.09

düzelir herşey

1 yorum
sezona golle başlamak gibisi yok
hele ki doksana çakmışsan
bir birayı ya da ne bileyim
bir kadeh şarabı falan
haketmişsin demektir.

ya da ilk iş gününüzü düşünün
nasıl bir heyecansa o
heyecanlısınızdır.
ve öyle bir iş halletmişsinizdir ki
ayın elemanısınızdır.

üzerine bir bira iyi gider
ya da ne bileyim
bir kadeh şarap falan.

bir gün
yaşayan bütün şairlerin
ve dahi yazarların
aslında tek bir ağızla konuştuğunu farkedersin
eskileri özlersin ve bu devam ettikçe
eski günlerini özlersin
eskiden işsizsindir ya da henüz
büyük bir kulübe transfer olamamışsındır
çalıştığın ve başaramadığın günlerin
ve bu günlerin sonlarında içtiğin biraların
ya da ne bileyim şarabın, rakının, vodkanın,
şu an içtiğinden daha lezzetli olduğunu farkedersin.

ve bir sonraki sezona golle başlamazsın.
yeni girdiğin işinde daha ilk günden,
-belki de hiçbir zaman- büyük bir işi halletmezsin.
topu taca atarsın ve telefondaki müşteriye ağır bir küfür edersin.

sonra çıkar bir bira içersin.
düzelir herşey.

chi..
 

chinaski talking! Copyright © 2008 Black Brown Pop Template by Ipiet's Blogger Template